Zaman zaman bazı toplumsal eğilimler öne çıkar, sonra da yaygınlaşarak bir sendroma dönüşür. Bu yazının konusu olan "Kaliforniya Sendromu" da bunlardan biri. Modern yaşamın tüketim odaklı yapısı, bireyleri gittikçe daha fazla içe kapanmaya ve yalnızca kendi arzularını önemsemeye itiyor. Bu sendromun birinci özelliği zevkçilik. İkincisi ise benmerkezcilik.
Bir insan zevki de, egoyu da seçerse değerlilik ölçüsü değişiyor kafasında; “Zevkime uygunsa iyidir” düşüncesine dönüşüyor. Artık değerli olan ya da olmayan, yalnızca “benim için uygun olan” ya da “olmayan” haline geliyor. Her şey, kişinin kendi konfor alanına, kendi beklentilerine göre ölçülüyor.
Buna çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; bir iş adamı balık tutmaya gidiyor, bir arkadaşı da diyor ki: “Böyle çok mutlusun, burada kalsana.” Adamın cevabıysa şu oluyor: “Balıklar beni alkışlayamıyor ki.” Bu yanıt, aslında günümüz insanının geldiği noktayı çok net özetliyor. Zevk peşinde koşuyor, narsizmi besliyor.
Benmerkezcilik zaten narsizmin ana semptomu. Kendine hayran olan, kendini toplumun merkezinde gören birey, her şeyin kendi şartlarına uymasını istiyor. Başkalarının ihtiyaçları ya da hakları önemini yitiriyor. Evet, hak duygusunu da kendine yönelik algılıyor: “Ben özelim, en büyük parça benim olmalı” diyor.
Oysa adil paylaşımın en büyük düşmanıdır benmerkezcilik. Ve adil paylaşımın olmadığı yerde de şiddet ortaya çıkıyor. Toplumun temel dinamiklerini sarsan, bireyleri yalnızlaştıran, kolektif bilinci yok eden bu sendrom, modern insanın ruh sağlığı açısından da ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Kaliforniya Sendromu sadece bireyleri değil, toplumların ruhunu da kemiren bir virüs haline geldi. Bu yüzden, değer yargılarımızı gözden geçirmenin ve empatiyi yeniden inşa etmenin zamanı geldi de geçiyor.